Felsefe Dergisi yayın hayatına 31 yıllık aradan sonra yeniden başlıyor. Aralık 1972 yılında Prof. Dr. Afşar Timuçin'in yönetiminde yayın hayatına başlayan Felsefe Dergisi, 1980 yılında 12 Eylül askeri darbesi tarafından kapatılmıştır. Haziran 1986 yılında Aziz Çalışlar'ın editörlüğünde yayın hayatına yeniden başlayan Felsefe Dergisi, Çalışlar’ın vefatının ardından Oğuz Özgül'ün editörlüğünde 1990 yılına kadar devam etmiştir. Son olarak 32./33. sayısı yayınlanmıştır.

Uzun bir aradan sonra bu yıl içinde yeni sayısını basılı ve dijital olmak üzere herkese açık olarak yayımlamayı planladığımız Felsefe Dergisi, Türkiye felsefe dünyasının zenginleşmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ayrıca çevrimiçi ve/veya yüz yüze ulusal ve uluslararası konferanslar, sempozyumlar ve çalıştaylar düzenleyecek, farklı kanallar üzerinden felsefenin ve bilimlerin sorunlarını ilgilendiren konularda farklı dillerde yayınlar yapma imkânı da sunacaktır.

Yayın hayatına kesintilerle devam etmiş ve son 31 yıldır yayın hayatını durdurmuş olsa da Türkçe felsefeye çok büyük hizmetler vermiş olan Felsefe Dergisi gelecek yıl mart ayında 50. yılını kutlayacaktır. Derginin yayımlanmasına Türkçe felsefenin Macit Gökberk, Selahattin Hilav, Uluğ Nutku, Afşar Timuçin gibi büyük kurucu isimleri aktif olarak katılmıştır.

Tanzimat’tan beri birikerek gelen Türkçe felsefe mirası, 20. yüzyılda ortaya konan felsefi emek ile biçim almaya başlamıştır. Felsefe Dergisi’ni yeniden yayımlarken bu kurucu mirası sahiplenmek ve derinleştirerek sürdürmek istiyoruz. Felsefe Dergisi yayın hayatına, büyük ekonomik, politik ve ekolojik krizle birlikte değer ve anlam krizinin de damgasını vurduğu bir dönemde, başta zorunlu geçim araçlarından yoksun bırakılmışlar, emekçiler, üreticiler olmak üzere neredeyse tüm insanların var olma mücadelesiyle karşı karşıya kaldığı koşullarda yeniden başlıyor. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan bu krizi tarihin en derin ve en genel krizlerinden biri olarak görmek mümkün.

İnsanlığın içinde bulunduğu bu derin ve genel krizle birlikte ekonomik, ahlaksal, estetik, dinsel, bilimsel, toplumsal yaşam; kısacası insanın yaşamına içerik ve anlam kazandırdığı düşünülen her şey, böylelikle de insan yaşamının bizzat kendisi giderek daha çok değersizleşiyor. Nice zorlu yollardan geçerek insanın tarih içerisinde bizzat oluşturmuş olduğu becerileri, yetenekleri, başarıları, vb., kısacası tüm varlığı, sadece kâr, çıkar, yarar ve kazanç bağlamında bir önem arz ediyor. Bu faydacılık merkezli paradigmanın içerisinde kalabilenler genel olarak sistemin hiçbir özsel belirlenim taşımayan basit bir unsuruna indirgeniyor, dışına düşenler ise neredeyse “hiçliğe” mahkûm ediliyor.

Bir yıldan fazla bir zamandır dünya çapında yaşanan pandemi, içinde bulunduğumuz bu genel krizi daha belirgin ve daha açık hale getirmiştir. İnsanlık bu genel krizden doğan büyük bir çöküş tehlikesine doğru sürüklenip gitmektedir ki bu tehlike, tüm insanların olduğu kadar gezegenimizde var olan tüm canlı organizmanın geleceğini de ilgilendiriyor. Bu nedenle insanlık bugün kelimenin gerçek anlamında bir “olmak ya da olmamak” sorunuyla karşı karşıyadır.

Felsefe insanın evrendeki varlığına akla dayalı bir anlam kazandırma çabasının bir ürünü olarak varolmuştur ve bu çabanın gerisinde, Hegel’in belirttiği gibi, toplumsal yaşamda bir çözülme, bölünme, parçalanma ve yalıtılma söz konusudur: Felsefe bu parçalanmışlığın üstesinden gelmek, birliğini kaybetmiş veya birliğini bulamamış çokluğa birlik getirmek üzere işe başlar. İnsanlığın genel krizi felsefenin hep alacakaranlığı olmuştur ve insanlığın küllerinden yeniden doğuşu aynı zamanda felsefenin de yeniden kendisine gelişinin önkoşuludur. Diyalektik düşünce, bu çerçevede, çağı çelişkileriyle ve çelişkilere içkin çözüm potansiyelleriyle kavrayan ve buna dayalı eylem perspektifi sunmakla yükümlü olan felsefenin en önemli aracıdır.

Mevcut yaşam ve anlam krizinin bugün derinleşerek yakıcı bir şekilde yaşanıyor olmasının nedeni, insanın pratiğinde ve dünya tasarımında birliğin ve bütünlüğün çökmüş olmasıdır. Dünya çapında yeni bir birlik ve bütünlük arayışı söz konusudur ve bu durum felsefeyi göreve çağırmaktadır. Fakat özellikle Türkçe felsefede son 30 yıldır bilimsel gelişmenin çok gerisinde kalınmıştır. Bilim düşmanı ve mistik/teolojik varlık teorileri üzerinden irrasyonel bir varlık ve anlam tartışması hâkim kılınmıştır.

Mitolojiler de bir anlam krizinin ürünüydü. Hesiodos’un kendi coğrafyasında tüm kültürlerin büyük bir sentez denemesiyle rasyonelleştirdiği mitolojinin çökmesiyle kendi içinde oluşturduğu akıl/logos potansiyeli serbest kalmıştır. Felsefi düşüncenin habercisi olan Thales, mevcut durumda içinden çıkış aranan krizin aynı zamanda köken, geçmiş ve gelecek ile de doğrudan ilgili olduğunu ve bunun ancak logosa dayalı olarak çözülebileceğini göstermiştir. Epikouros’un insanın mutluluğu için gerçek doğanın incelenmesi gerektiğine dair talebi neredeyse tüm antikler için geçerlidir.

Arkhe sorusu bir ontolojik sorudur. Arkhe sorusu epistemolojik bir sorudur. Arkhe sorusu tüm pratik yaşamımızı ilgilendiren, dünyanın varolma tarzına dair bir anlam, dolayısıyla ahlak sorusudur. Arkhe sorusu çöken çokluğun birliğini yeniden kurmayı, yeni bir bütünlük oluşturmayı ve böylelikle dünyaya ve yaşama yeni bir anlam kazandırmayı amaçlamaktadır. Atina klasik felsefe sistemleri bu arayışın üst uğrağını oluşturur. Aristoteles tüm antik tartışmayı ansiklopedik bir bakışla sentezlerken varlığı hem oluşum hem süreklilik ve hem de kopuş olarak kurgulamıştır ki buna göre çokluk ve birlik ontolojik bir zorunluluktur. Varlığın bilgisi olarak bilgi, ontolojik sürecin gerçekçi epistemolojik kurgulanışı olarak ortaya konmuştur. Çağımızda felsefede varlığın ontolojik kurgusunda antik akıl emeğinin ulaşmış olduğu bu seviyenin gerisine düşülemez.

Descartes’ın evrende varolan her şeyin varlığının her şeyin varlığına bağlı olduğuna dair önerisi Stoacı bir yaklaşım olmasına karşın bilimsel modern dünya görüşüne dayanak oluşturur. Kopernik Devrimi ile güneş merkezli dünya tasarımı temellendirilmiş ve böylelikle insanın evrende imtiyazlı olduğuna dair yaratılış mitosuna dayalı efsane son bulmuştur. İnsan da tıpkı varolan diğer tüm şeyler gibi doğanın bir parçasından ibarettir.

Elbette hemen belirtmek gerekir ki insan, Marx’ın belirttiği gibi, kendi maddi geçim araçlarını üretmeye başladığı andan itibaren kendini diğer doğal varlıklardan farklı kılabilmiş ve dolaysız durumundan çıkarak tarih içerisinde kendini insan olarak yaratabilmiştir. Bu sayede evrenden nesnel gerçekçi anlam kazanabilmektedir ve ona kendi perspektifinden diğer canlıları ve doğanın gereksinimlerini göz önünde bulundurarak anlam katma kapasitesine sahiptir. Galileo Galilei’nin eylemsizlik yasasını temellendirmesiyle evrene dair Skolastik statik kurgunun yerini devinen bir evren tasarımı almıştır. Böylelikle insanın evrende varlık nedenine dair yaratılış mitosundan kazanılan (tanrı ve insan merkezci) anlam geçersizleşmiştir.

Ancak yine belirtmek gerekir ki, bu kendi kendine devinen varlık görüşüne dayalı olarak, modern felsefenin üst uğrağı olan Hegel’in felsefesi çerçevesinde, insanın evrende varlığının anlamının özgürlük olduğu gösterilebilmiştir. Kendisini hareket ettirebilmek için kendi içkin hareket gücünden başka aşkın bir güce ihtiyaç duymayan varlık, ancak kendi hareket kapasitesini kendisinde bulunduran varlıklar varedebilir. Bu nedenle insanın özgürlüğü doğada yani varlıkta temellendirilmiştir. Ne var ki, doğa bir özne gibi işlese de, doğada bir erek bulunmamaktadır. Hiçbir şey başka bir şeyin varlığı için varedilmemiştir ve hiçbir şey insanın varlığı için yaratılmamıştır. Doğada her şey olduğu için olmaktadır. Çağımızda doğaya dair felsefi düşünümün ulaştığı en üst bilgelik budur. Varlığa antropomorfik özellikler yükleyip, onu konuşturan, ona varlığın anlamını söyleten mevcut varlık tasarımları bilim dışı ve irrasyoneldir. Varlık tasavvurunda Spinozacı bu yaklaşımın gerisine düşülemez.

Modernler tarafından ikinci doğa olarak tanımlanan toplumsal alan, ilişkiler, eylemler ve erekler bütünüdür. Toplumun kavramlaştırılması konusunda Protagoras’tan beri biriken ve bize de ışık tutan bu Aristotelesçi yaklaşımın gerisine düşülemez. İnsanın özgürlüğü doğada temellendirilmiştir, fakat onun toplumdaki özgürlüğünün yine onun kendisi tarafından temellendirilmesi ve kurulması gerekmektedir. Felsefe en son bilimsel bilgilere dayanarak genelleştirip kurguladığı dünya tasarımı dolayısıyla insanlığı dünyada özgürlüğünü gerçekleştirme konusunda yönlendirmekle yükümlüdür.

Modern felsefe yeni bir dünya tasarımı sunarken, merkezinde bireyin öznelliğini temellendirme çabası olan Helenist felsefenin bir sentezine yönelir. İnsanı diyalektik bütüncül bakışla hem teorik hem de pratik varlık olarak kavramaya çalışır. Modernler insanlığın dünyadaki özgürlüğünün kurgulanması ve kurulmasına ilişkin teorik kavrayışı, insanlık halini bir çelişkiler ve çatışkılar bütünü olarak ortaya koyma noktasına kadar taşımışlardır. Modern insanlık hali Thomas Hobbes tarafından kendinde büyük yıkıcı şiddet potansiyelleri barındıran bir savaş hali olarak betimlenmiştir. Immanuel Kant, ahlaklılığı gönüllü ve özgür eylem alanı olarak belirlerken; bu eylemleri yargılayan formel hukuk alanının ilkesini mutluluk değil, cezalandırma olarak teşhis ederek, erdem ve yargı alanlarının çatışık durumuna dikkat çekmiştir. Hegel bu gözlemi geliştirerek modern insanlık halini bireyin vicdan hukuku ile toplumsal ahlaklılığın çelişkili hali olarak ortaya koyar. Modern devletin temelini, mülkiyetten kaynaklanan bu çelişki oluşturur. O bu çelişkinin toplumsal ilişkiler bakımından izdüşümünü, toplumun ezici çoğunluğunun, üretmesine karşın kendisini gerçekleştirmek için gerekli araçlardan yoksun olmasında görür. Adam Smith modern işbölümünü bir yandan insanı insanlıktan çıkaran, insanın insana dair tüm yetilerini çökerten bir durum olarak betimlerken, diğer taraftan büyük kavgayı bir efendi-köle savaşı olarak ortaya koymuştur.

Karl Marx, zamanı insanın kendisini gerçekleştirdiği mekân olarak belirlerken, burjuva toplum düzeninde zamanın emekçi insanın emek-gücünün ücretlendirilmesi için bir ölçü olarak kullanılıyor olmasının, emeğin ontolojik ve teleolojik yaratıcı işlevini tersine çevirdiğini göstermiştir. John Miller insanın insan tarafından köleleştirilmesinin temelinde kadının erkek tarafından köleleştirilmesinin yattığını göstererek sorunun kaynağının mülkiyet ilişkileri olduğunu ortaya koymuştur Kadının köleleştirilmesi onu kamusallığın dışına itmiş ve eve hapsolmaya mahkûm etmiştir. Mary Wollstonecraft, kadının kamusallığını temellendirirken, böylelikle aynı zamanda aşkın özgürlük sorununu insanlığın gündemine taşımıştır. Friedrich Engels, toplumsal varlığın ontolojisinin sorununu emeğin ve aşkın özgürlük problemi olarak belirlemiştir. Bu problemin çözümü, insanlığı kırıp geçiren savaşlara son verip, binlerce yıldır arzulanan kalıcı barışın da tesisinin önkoşulu olarak görünmektedir.

Çağdaş felsefi düşünce insanlık halinin başlıca sorununu toplumsal varlığın ontoloji problemi olarak belirlemiştir. 20. yüzyılda yapılan ontoloji araştırmalarının ve yürütülen tartışmaların ışığında varlık kavramı yakından tanımlanmıştır. Varlık bundan böyle artık genel olarak tanımlanmak yerine, organik olmayan, organik olan ve toplum olarak çeşitli katmanlara ayrılmıştır. Bu ayrımın yapılması, erekselliğin varlığın hangi tabakasında ortaya çıktığını göstermektir. Bu ayrıma göre, gerçek anlamda bilinçle donatılmış ereksellik insan toplumunda ortaya çıkmaktadır. Bu katmanlar iç içe geçmektedir, birinden diğerine zorunlu geçişler bulunmaktadır. Bilimsel bilginin ışığında bu katmanların her birinin kendisine has yasallığı vardır. Bu genel ontolojiye dayalı olarak toplumsal varlığın ontolojisi emek ontolojisi olarak belirlenmiştir.

Ereksellik kendisini her şeyden önce tüm insan pratiklerine temel oluşturan ve üretken bir etkinlik olan emek ontolojisi çerçevesinde gösterir. Modern çağda emek, ücretli emektir. Bu nedenle emeğin ücretli halinden kurtarılıp özgürleştirilmesi toplumsal varlığın ontolojik ve teleolojik kurtuluşuna ve insanlığın yeniden kuruluşuna denk gelmektedir.

Toplumsal varlığın bu kurtuluşu ve insanlığın yeniden kuruluşu aynı zamanda iklim ve ekoloji problemlerinin çözümü, sanatın metalaştırılmış, ahlaklılığın yabancılaşmış halinden kurtarılması, insanın uzva indirgendiği teknolojiyle ilişkisinin tersine çevrilip yeniden düzenlenmesi ve bilimlerin sonuçlarının kötüye kullanılmasını engellemek için bir çıkış yolu sunacaktır. Böylece insan kendisini en iyi, en güzel yanıyla da gösterebilecektir.

Felsefe Dergisi kendisini formel ve içeriksel, teorik ve pratik, tümeli de tikeli de aynı zamanda kavrayan, her şeyi bir oluşum, var oluş ve yok oluş halinde kavrayan, nedensel-süreçsel-sonuçsal düşünen ve şimdiye dek geliştirilmiş en kapsamlı ve en gelişkin felsefe aracı olan büyük diyalektik felsefe geleneği içinde görüyor ve insanlığın içinde bulunduğu derin krizden dünyayı değiştirerek çıkış için gerekli olan yeni bir dünya tasarımının şekillenmesine bu perspektiften mütevazi bir katkı sunmak için yayın hayatına yeniden başlıyor.

Felsefe Dergisi Yayın Kurulu

Düşünce Görüş ve Önerilerinizi Bize İletebilirsiniz.

İletişim Bilgileri

Başmusaip sok, Tan Apt. D:1
İSTANBUL

Yazı İşleri Müdürü
Doğan GÖÇMEN

info@felsefedergisi.org
+90 (506) 123 45 67

Bizi Takip Edin

You can send us your thoughts, opinions and suggestions.

Contact information

Başmusaip sok, Tan Apt. D:1
İSTANBUL

Editor-in-Chief
Doğan GÖÇMEN

info@felsefedergisi.org
+90 (506) 123 45 67

Follow Us

Yayın Kurulu
Editorial Board
Danışma Kurulu
Advisory Board